İçinde bulunduğumuz dönem seçim atmosferi olduğu için biraz siyaset yapabiliriz.
Türkiye 31 Mart 2024’te yapılacak yerel seçim gündemine yoğunlaşırken; artık yol, su, kanalizasyon, çöp, park, temizlik vb. klasik hizmetleri yürüten bir kamu yönetimi kurumu şablonu, yerel yönetimler için dar gelmekte ve şehirlerin ihtiyaçlarının gerisinde kalmaktadır.
Partilerin hazırladıkları seçim beyannameleri bunları bir şekilde gündeme getiriyor zaten.
Türkiye’de şehirli nüfusun 20. yüzyılda kaydettiği artış trendi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de devam ediyor. Şehirlerin nüfusunun artması, önemli ihtiyaçları ve problemleri de seçimlerde gündeme getiriyor.
Şehrin yönetimine talip olanlardan ne bekliyoruz? Yönetime talip olanlar, istedikleri oy karşılığında bize ne vaat ediyorlar?
Şehir üzerine düşünmek, kendimiz üzerinde düşünmenin, kendimizi anlamanın en iyi yoludur. Bir kere şehirleri imar sorumluluğunu üstlenmeye talip olanlar, toplumun neyi niçin istediğini iyi bilmelidirler.
Şehirlerimizin çoğu farklı yoğunluklarda; plansız yerleşim, altyapısızlık, sağlıksız ortam, eksik sosyal politika, eğitimsizlik, güvensizlik, eşitsizlik, yoksulluk, göç, konut, çevresel bozulma vb. problemlerle karşı karşıya.
Şehirlerin sayısının, ölçeğinin ve yaşayan nüfusun artması yanında, ekonomik, sosyal, siyasi ve teknolojik gelişmeler de şehirlerin daha önemli aktörler hâline gelmesini sağlıyor.
Şehirlerle çarpık ilişkimiz bir dizi problemi doğurdu ve biz neredeyse bütün enerjimizi kendi elimizle ortaya koyduğumuz problemler yumağıyla boğuşarak harcıyoruz.
Müteahhitlerin önceliklerinin değil de mekânın ihtiyaçlarının belirlediği bir kentsel dönüşüm programı önemli olmalıdır.
Evleri inşa edenlerin kuşatıcı bir eğitimden geçmesi gerektiğini hepimiz kabul etmeliyiz.
Bir insan adalet ve hakkaniyet terazisini devre dışı bırakarak kurduğu evle hem kendisine hem de içerisinde yaşadığı topluma maddi ve manevi açılardan zarar vermektedir.
Cumhurbaşkanı ne demişti: “Biz on dört yıldır iktidardayız fakat hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.”
Kültür üreten şehirler vizyonu; kaya anıtları, yazıtlar ve müzeciliği öne çıkartan, kültür ve sanatı kabristanların ve yalnızca geçmişin bir tekrarına dönüştüren koyu muhafazakâr bakışın terennümü olmamalıdır.
Batı’nın kültürel iktidarı çağın vakıası ise onunla mücadelenin yolu yalnız müzelerden ve kabristanlardan geçmez. İnsanları düşünmeye çağıran kültür ve sanat faaliyetlerine ihtiyaç var.
Muhafazakâr belediyelerin kültür hizmeti diyerek en fazla bazen sadece onlarla yetinerek sergiledikleri alan eski yazı hat sanatı, ebru, tezhip, minyatür, bazen çinicilik, lüle taşı, oltu taşı işçiliği ve benzerleridir. Şüphesiz geleneksel sanatların yaşaması ve yaşatılmasında gerekir. Ancak kültür ve sanat faaliyetlerini yalnızca bunlara hasretmek eksikliktir. Yeni zamanların dilini yakalayabilmiş kültür ve sanat insanlarını yanlarında eksik etmeden, onların ikazlarından ürkmeden, ders alarak kültür hizmeti verilmelidir.
Necip Fazıl’ın, “Bıçak soksan gölgeme/ Sıcacık kanım damlar/ Gir de bir bak ülkeme/ Başsız başsız adamlar.” şiiri bunu anlatıyor aslında.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünün çağrısı tam da budur.
Sivil toplum kuruluşlarımız, kanaat önderlerimiz, sivil teşekküllerimiz, meslek gruplarımız şehirlerimizde yaşanan olumsuzlukları sadece bir kesime, bir yöneticiye yükleyerek işin içinden çıkmaya çalışmasınlar.
Kamu arazisine bir cami kondurmak suretiyle kendi cemaatinin çıkarına yapmak istediği imar değişiklikleri için emrivaki yapma telaşına düşen kanaat önderlerine dikkat edelim.
E. Mahcupyan diyor ki; “Laik kesim Türkiye’yi yönetmeyi hak etmiyor. Birtakım vasıflara sahip, potansiyeli var. Ama bunu hak edecek siyasi ideolojik, zihniyetsel duruşu sergilemiyor. Ötekiyle beraber bir bütün olma idealinden çok uzak, çok egoist. Bu kadar bencil bir yaklaşımla, “Türkiye bizim istediğimiz gibi yönetilsin” demek kibrin üst noktası. O yüzden laik kesimin Türkiye’yi yönetme meşruiyetine sahip olamayacağını ve hiçbir zaman da kazanamayacağını düşünüyorum.”