Kilisenin din anlayışında, Âdem ve Havva’ya atfen; işlenen “İlk günah”, metafizik bir varlık olan insanı, ulvi bir âlemden süfli olan fiziki bir dünyaya göndererek bir düşüşe neden olmuştu. Böylece Hıristiyanlık, insanın ve dünyanın niçin yaratılmıştır sorusunu paranteze alarak, her doğan insanı günahkâr ve dünyayı da temiz olmayan bir varlık olarak topluma lanse etmişti. Bu düşünce tarzından da kilise olarak bildiğimiz, günahları affetme yetkisinde, cennet için tapu senedi (Endülijans Kâğıdı) satan, daha çok “dünyevi bir kurum” ve “ruhbanlık” ortaya çıkmıştır.
Batı medeniyeti, Hıristiyanlık düşüncesinin dünyayı talip olunacak bir yer olarak görmemesinden dolayı, Batılı mantık önce dünyanın meşrulaştırılması ile işe başlamıştır. Geldiği nokta itibariyle; “Bu dünya meşru bir varlık alanıdır, lanetlenmiş değildir ve yaşanmaya değerdir. Bu dünya hayatı sorunludur, sonludur, insanlar ölümlüdür ancak insanlık kalıcıdır” mantalitesine oturmuştur.
İkinci adımda; her şeyin tek bir cevherden kaynaklandığını savunan “monizm” düşüncesini ortaya koydu. Özellikle Hıristiyanlıktaki Ortodoks mezhebinin benimsediği pek çok görüşü reddetmekle işe başladı. Duygu ve vahiy konusunda; “gerçeğe ulaşmanın bunlarla hiçbir ilgisi yoktur” diyerek bunun bir aldanma olduğunu ileri sürdü. Sonsuz uzayda, tüm fenomenlere neden olan güçlerin toplamı aynıdır diyerek buharın potansiyel enerjisinin mekanik hareketin kinetik veya fiili enerjisine dönüşmesini de dünyadaki hayatın tüm o görkemli panoramanın güneş ışığının dönüşmüş hali olduğunu da monizm düşüncesi üzerinden açıkladı. Teknik bilimlerin göz alıcı ilerleyişi sonrası, farklı fiziksel güçlerin birbirine dönüşümünün nasıl mümkün olduğunu anlatarak ısı kütlesel harekete dönüşebilir, ışığa veya sese, daha sonra elektriğe ve daha sonra başka bir şeye dönüşebilir dedi. Yaşayan enerjinin hiçbir partikülü yok olmaz; hiçbir partikül yoktan yaratılmaz diye ekledi. Koyu bir determinizm anlayışı nüksetti. Astronomi, jeoloji, fizik ve kimya içinde bugün bir “ahlaki düzen” veya “her şeyi bilgelikle ve akılcı biçimde düzenleyen” kişisel bir Tanrı motifi üzerinden, aynı şey tüm biyoloji alanı, organik doğanın tüm yapısı ve tarihi için de söylenmelidir diyerek insan-tanrı merkezli bir tasarım ortaya koydu.
Batılı anlayış bu izahlarının ardından Panteizm anlayışına geçti. Panteizm ya da tüm tanrıcılık anlayışında; her şeyi kapsayan bir Tanrı'nın, Evren'in ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşü esastır. Panteizm, genellikle monizm ile ilişkili bir kavramdır. Panteizmin bir tür ateizm olduğu Alman romantikleri arasında bile tartışılmıştır.
Bizde; Prof. H. Z. Ülken “Allah’ın tabiata içkin kabul edilişini panteizm, tabiata aşkın oluşunu ise panenteizm” olarak birbirinden ayırır. Ülken, İbni Arabi’de “ben ondayım” ifadesinin olduğunu söylerken, Mahir İz de “Heme ust yerine, Heme ez ust” (Ne varsa odur yerine, ne varsa ondandır) ifadesine yer verir. Hilmi Yavuz da; Hallacı Mansur'un “Enel hak” kavramını “Ben hakikat’im” diye anlamak gerektiğini söyleyerek, Hak ve hakikat” sözcüklerinin anlamlarının farklı iki sözcük olduğuna dikkat çekerek, Allah'a göndermeyi anlamlandırmada yeni bir pencere açmakta, “Enel hak” konumunu “İnsan-ı kâmil” olarak görmektedir. Abdulbaki Gölpınarlı da; “Tasavvuf tamamlandı mı, münafıklık başlar, gerçek sufi, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın gönlüne gelmeyen şeyleri görür, duyar, anlar; fakat insanlara, hallerine uygun, anlayışlarına uygun sözler söyler, gönlündekini gizler. Çünkü anladığını söylerse öldürürler onu mutlaka, artık nasıl olur da münafık olmaz” diyerek söylenen abartılı sözleri anlayışla karşılar. (Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Eti Y. 1966, İst.)
Panteizm anlayışında her şey Tanrıdır. Evren, insan ayrımı olmaksızın Tanrı her şeydir. Panteistlere göre evrende gerçekleşen hareketler de Tanrı'nın hareketlerinden ibarettir. Hülasa Batı, ikinci adım olarak “Monist dünya” algısına vurgu yapar. Yaratıcıyı dinlenmeye alarak ortada yalnız “insan”, hatta “tanrı-insan” anlayışını topluma kabul ettirir.
Burada özellikle Muhiddin-i Arabî tarafından sistematize edilen “Vahdet-i Vücut” anlayışına da bir dokunuşta bulunabiliriz.
Muhittin-i Arabî’yi anlamak bakımından can alıcı nokta zannederim “İlahlık” ve “Rablık” kavramları arasındaki ayırımdır. Allah, “Alemlerin Rabbidir". Yani Müslüman veya kafir olması arasında fark olmaksızın Allah âlemlerin rabbidir ve bütün yaratıkların rızıklarını verir. Halbuki ilahlık Müslümanlara ve müminlere şamildir. Bundan dolayı ibadetler Allah adıyla, istekler ise Rabb adıyla yapılır.
Bilindiği gibi Allah'ın kevni kanunları (Tabiat kanunları) vardır. Bunların kabulü veya reddi insanı dinden çıkarmaz veya dine dahil etmez. Bu kanunlar Rablık ile ilgili olup Müslüman veya kâfire göre farklılık göstermez.
Allah’ın bir de İlahlığını açığa çıkaracak olan şer’i kanunları vardır. Dinde şer’i kanunlarla insanlara teklifler sunulmuştur. Kabul veya reddetmek insana aittir. İnsan bu teklifleri kabul ederse Müslüman, kabul etmezse kafir olur. Yani insan, dini kanunlara uymadığı için kâfir olur, yoksa kevni kanunlara uymadığı için değil. İşte Muhiddin-i Arabi Allah’n Rablık sıfatını öne çıkararak, varlıkların görünen yapısındaki çokluğa rağmen, hepsi tek bir varlığı işaret eder demektedir. “La mevcuda illa hu: Allah’tan başka varlık yoktur.” cümlesi sayı anlamında değil, keyfiyet anlamında “Bir” demektir. Yani (Allah’ta) yok olma olumsuzluk anlamında değil, esasen Allah’ta var olma demektir. İnce nokta, bu varoluş Allah’ın dış âlemde var olmasını gerektirir denirse, işte buna “Vahdet-i Vücutçuluk” değil, panteizm denir. Vahdet-i Vücut’da; Allah’ın dışındakiler Allah’a tabi oldukları halde, Panteizm’de yaratıcı masivaya tabidir ve edilgendir. Çokluk duyularımızda meydana gelir, oysa bu çeşitliliğin altında “mutlak hakikat” vardır. Buradaki yaratıcının vasfı etkendir ve her anda bir şandadır.
Tasavvufi düşünce İbni Arabi’den önce riyazete ve amele büyük önem verirken, İbni Arabi’den sonra “İslam Düşünce Yapısı”nı oluşturan felsefe ve kelamın yanında üçüncü bir ana kaynak (yol) olarak öne çıkmıştır. Yani Muhiddin-i Arabi; tasavvuf sistematiğini metafizik düşünce ile birleştirerek tasavvufu felsefeye yaklaştırmıştır. Bu tarihten sonra İslam'ın düşünce kaynakları; Kelam, Felsefe ve Tasavvuf olarak sıralanmıştır.
Batı, üçüncü adımını günümüzde tamamlamaya çalışarak adına; dünya hâkimiyeti adını veriyor. Yani önce “eşyaya hâkim olmak” fikriyle işe başladı ama geldiği noktada “dünya hâkimiyeti” düşüncesinin örgülerini nakşediyor. Bunun adına da “dünyevileşme” adına sekülerizm diyor. Parolası; “en güçlü olanın hayatta kalması” repliğidir. Kilit argümanı önce sanayileşme idi, şimdilerde ‘siyasi-kültürel dünya hâkimiyeti’ hedefidir.