“Biliyorsunuz av, iyi avcının ayağına gelir. Doğrudur şüphesiz ama avcı kim, av kim? İşte bu üzerine parmak basılacak bir sorudur baylar.” – Dostayevski.
“Şimdi sizlerle yeni bir müjdeyi paylaşmak istiyorum. Cudi’de, Gabar’da günlük yüz bin varil üretim kapasiteli petrol bulduk…”
Bu müjde halkta büyük sevinç ve fiyatlarda hemen dip yaptı!
Motorin 37.8 – Benzin 37.73 petrol çıkarma maliyetleri arttığından pompa fiyatlarına yansıması kaçınılmazdı tabii ki…
Ha, bir de Karadeniz gazı…
Kayadan gaz ayrıştırma maliyeti doğalgaz ÖTV fiyatlarına yansımasın mı?
“Av olan her zaman seçmendir (erkektir) dedim. Ancak politikacılar (kadınlar) bizi avcı olduğumuza inandırmıştır.” Politikacıların (kadınların) en büyük başarısı budur; “Avı avcı, avcıyı av gibi göstermek.” – Ahmet Ümit
Önemli olan AVCI…
İnanacak olanlar hikâyeyi dinleyenler, gerisi laf-ı güzaf.
Bizim oranın çok güzel bir lafı var; “İnansan, ölür müsün?”
Bu haftaki yazımın konusu; daha önceki yazılarımda da bir nebze olsun bahsettiğim çoğu Elazığlı iş dünyası, spor ve siyaset cemiyetinin güzel insanları ile bir araya geldiğimiz Cumartesi günü sohbetinde şekillendi.
Av ve avlaklardan konu açılmışken; kekliklere ve sülünlere fısıldayan adam, akademisyen, Profesör Doktor Kemal Kırıkçı’nın sohbetinden büyük keyif aldık.
Elazığ’ımızın ünlü avcılarından Fikret Selmanoğlu ve Atik Erbaş’tan bahisle… Avcılık sohbetlerini Sayın Mehmet Gül ağabeyim o güzel anlatımıyla ve tane tane nakşetti gönlümüze.
“AYI İLE SOHBET” Hikâyesini…
‘Ben de belki ders alınır diye kâğıda döktüm, kalemin kıvraklığıyla…
“Gardaş Tunceli bölgesinde ava gittik. Elimizde tüfek, barmağımız tetikte pür dikkat.. Gulağımız kirişte…
Bi ses duydum, bi inleme sesi… Çaılığların arğasından…
Sessüzce yağlaştım, yavaş yavaş…
Bi de ne görem? Bi boz ayı sırt üstü yati… Bi ayağı yuğarda…
Beni gördü… Yalvaran gözlerle bahan baği, “auuv auuv” diye esler çığari…Ayağını işaret edi. İşaret ettiği yere bajtım ne görem! Zavallının ayağına çöğürt (kılıç dikeni) batmamış mı!
Elimi dudağıma götürdüm… Parmağımnan “sus” işareti yaptım ve sakin olmasını işaret dili ile annattım…
Ayı anladı sanırım, başını salladı. Bir bez çıkardım cebimden, tabağamdan da bir tutam tütün. Tütünü çiğnedim, bezin üstüne yaydım.
Yavaşça avcu bıçağımı kemerimdek, gılıfından sıyırdım ve ayıya göstererek gorğmamasını işaret ettim.
Ben de avcu bıçağı kilit kısmını çöğürtün dabanına oturdup, “Ya Allah!” deyip asıldım. Çöğürt yerinden söküldü ve “Ouuuuh” diye bir ses yankılandı. Rahatlamış ve gözlerinin içi gülerek bana bakıyordu. Sakin olmasını söyleyerek ayağını sardım, daha önce hazırladığım sargı beziyle…
Bu arada aklıma geldi, Atik ağabey ayıca biliyor muydu? Öyle bir soruya muhatap olsa idi sanırım, Şekeroğlu’nun Ğ(H)alıd Emmi skecindeki; “E siz dediklerimi anlıyorsunuz ya!” cevabını verirdi… “Eyvallah, ayı gardaş” deyip, oradan uzaklaştım.
İki ay sonra aynı bölgeden geçerken, ayı ile karşılaştığım yere bağtım gayri ihtiyari. Ayı iki yavrusu ile birlikte iki ayağının üzerinde tikilmiş, bahan el sallidi.’
Anlattığı bu hikâye, hepimizin yüzlerinde hafif bir tebessüme vesile olurken, bir yandan da, Öykü Odabaş Kanneci’nin; “Yaşam, milyonlarca farklı türün hayatlarını geçirebilmek için ilerledikleri yol değil, sadece av ve avcının raksındaki ölüm kalım savaşıdır” sözünü anımsatmadı değil.