Devletçilik, devletin ekonomiyi veya sosyal hayatı ya da her ikisini de belirli bir dereceye kadar kontrol etmesi gerektiği inancıdır.
Devletçilik; totalitarist, refah devleti, büyük devlet gibi çeşitli şekillerde olabilir.
Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezileştirildiği, devlete mutlakitaat beklenen, diktatörlükvari yönetim olarak tanımlanabilir. Tek kişi, tek lider, tek parti ideolojisini barındırır. Ekonomik faydaları olduğu ve hızlı gelişim sağlanabilmesi yanında sosyal devlet anlayışından uzaktır.
Refah devleti veya sosyal devlet, minimum düzey ötesinde vatandaşlarının refahı için birincil sorumluluk kabul eden devlet kavramı olup devletin vatandaşlarının iktisadi ve sosyal esenliklerinin korunması ve teşvik edilmesinde ana rol oynamasını önerir.Bu modele göre devlet vatandaşlarının refahı için başta gelen birinci merci ve mesuliyet yükü taşıyan kurumdur. Bu teoriye göre devletin mesuliyeti çok geniş kapsamlıdır çünkü bir vatandaşın refahının her yönü üzerinde devlet mesuliyet yüklenmiştir ve bu mesuliyete hiçbir istisna olmadan ülkenin tüm kişileri üzerinedir.Ekonomik gelişim hızlı olamamakla birlikte yıllara yayılan gelişim mümkündür. Ani politik uygulamalara geçilmesi ve uygunlanması zordur. Sosyal anlayış ve vatandaş çıkarları üst seviyededir.
Bu tanımlamalarda sonra gelelim ülkemiz “Türkiye” hangi modeli barındırmaktadır?
Modeller , ideolojiler ve yönetimler bana göre halkın yapısıyla ilişkilidir. Halkın dini,ekonomik ve ahlaki karakterlerine göre ülkelerin yönetim biçimlerinin şekillendiğine inanıyorum. Bu sebeple Türk halkının milliyetçi , vatan kavramına olan bağlılığı, islami yaşayış ve ahlakına sahip, savaşçı bir millet olması sebebiyle ne tam olarak Demokrasi ne tam olarak totalitarizm ne de tam olarak Devletçi yapıya %100 olarak sınıflandıramayız ama her bir modelden harmonik olarak dönemin şartlarına göre yönetim biçimleri şekillendirmektedir. Bunun sebebi ise hızlı karar alıp uygulayabilen bir devlet yapısı tercih etmeleridir. Olası savaş durumlarında bürokratik süre kaybetmek yerine hızlı planlar ve kararlar alabilen devlet modeline olan istekten kaynaklanmaktadır. Bu yönetim modeli yorumlamasının yanında her türk vatandaşı devletçi düşünce yapısına sahiptir. Bu özelliğide atalarından gelen kültür ve halk yapısından kaynaklanmaktadır.
Ziya Gökalp’e göre “… Asrileşmek demek, Avrupalılar gibi zırhlılar, otomobiller, tayyareler yapıp kullanabilmek demektir.”. İki yüzyıldır Avrupa’nın gerisinde kalmış olan Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşmak için acelesi vardır. Bu çağdaş uygarlığın içeriğini oluşturan bu zırhlıları, otomobilleri, tayyareleri kim yapacaktır? Özel girişimciler yapmıyorlarsa, o zaman bunları devlet yapacaktır. Devletçiliğin içeriğindeki öz budur. Ancak, devletçilik bireylerin yapamadığını yapmakla da sınırlı değildir. Özel girişimciler yapıyor ya da yapabilecek kapasitede olsalar bile, milletin yüksek menfaatlerine uygun olduğu düşünüldüğü takdirde o işi devletin yapması devletçiliğin sınırları içindedir.
Türkiye’nin devletçilik yolcuğunu inceleyelim.
Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir İktisat Kongresi olarak da bilinen, Türkiye İktisat Kongresi toplanır. Kongre’de çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi kesimleri temsil edilir.
Kongre sonunda, Misak-ı İktisadı Esasları adı altında oybirliğiyle kabul edilmiş bir belge yayımlanır. Bu Kongre’ye başkanlık etmiş olan Kâzım Karabekir’in iktisat bilgisi ve ahlâk anlayışı paralelinde bir bildiri olup, iktisat politikası konusunda fazla bir şey yoktur. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi politikası, demiryolu politikası dışında, liberal olmaya devam edecektir. Bu durum biraz da Lozan Antlaşması’nın hükümleri nedeniyledir. Antlaşma’ya göre Türkiye gümrük vergilerini, ancak 1929 Ekim Ayı’ndan itibaren yükseltebilecektir.
İktisat politikası noktasında Kongre’den fazla bir şey çıkmamış olmakla birlikte, ileride izlenecek politikalar konusunda bazı ipuçları vardır. Bunlar Atatürk’ün ve İktisat Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in konuşmalarında ortaya çıkıyordu. Atatürk, Kongre’yi açılış konuşmasında “Sanılmasın ki biz sermayeye karşıyız; hayır bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza uymak şartıyla dış sermayelere gerekli olan teminatı vermeye her zaman hazırız. Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye, üstün hakları olan bir yere sahipti. Devlet ve Hükümet, dış yatırımların jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye bunu uygun bulmaz. Burasını esir ülke yaptırmayız!” sözleri Türkiye, Kurtuluş savaşı ve devletin kuruluş ruhunu ve devletçiliğe olan inancını bizlere göstermektedir.
Tüm bu reformların ardından birçok sanayileşme konusunda adımlar atılmıştır. Neredeyse her 10 yılda bir yaşanan darbeler gelişime ve sanayiye sekte vurarak birtakım karaborsalara çanak tutmuştur. Osmanlı’nın Avrupa sanyileşmesinin gerisinde kalması ardından “hasta adam” olarak muamele görerek yıkılmaya mahkum kalmıştır. Türkiye’nin bu kaderi tekrar yaşamaması adına sanayileşme ve milli sanayi kaçınılmaz bir şekilde geliştirilmek zorundadır. Her vatandaş ve her hükümet ideolojileri ne olursa olsun “Devletçilik” anlayışı ile yetişerek adımlar atmalıdır. Bu bir tavsiye değil mecburiyettir.
Demirel gibi “çalışmadan müreffeh Türkiye”, Özal gibi “çalışmadan çağ atlamak” modelleri Türkiye’ye her zaman geri ve karanlık bırakacağı unutulmamalıdır.
Sözlerimi Platon’un “Devletin yaşamında ve davranışlarında adalet, ancak önce yurttaşların kalplerinde ve ruhlarında yer aldığı ölçüde mümkündür.” Düşünülmesi gereken yaklaşımıyla tamamlıyorum. Devletçi yaklaşım ve düşünce tarzının koşulsuz şartsız her bireyin yaşam tarzı olması gerektiği ve bu durumun Türkiye’nin kaderini belirleyeceği unutulmamalıdır.
Orhan Alperen Yıldız
Elektrik-Elektronik Mühendisi-Genç Girişimci
orhanalperenyildiz@hotmail.com