81 senelik koskoca bir ömür,
Bu ömür güzergâhında neler gördük, neler duyduk.
1950 senesinde bir kamyon kasasında Elazığ’a geldim. Ertesi gün Atatürk İlk Okuluna kayıt oldum. Atatürk İlkokulunun önü Şehit İlhanlar’dan gelen İstasyon altı deresinden akıp giden kocaman bir dere vardı. Öğretmenim rahmetli Şefik Sayılı Başöğretmenim Ferit Köksal’dı. İlk defa bir şehir görüyor, defteri, kalemi elime alıyordum, İlk defa çarşı pazarı gördüm. Şehirde parmak sayısınca jeepler ve altı silindirli taksiler vardı. Faytonlar ve at arabaları halkın tercih ettiği ulaşım araçları idi.
Evimizde su ve elektrik yoktu. Suyumuzu köşe başındaki çeşmeden temin eder gaz lambasıyla aydınlanırdık. Ama o zamanlar daha aydınlıktı dünyamız. Komşuluk vardı, güven, vefa ve sadakat vardı.
Her akşam komşularımız evlerinde pişirdikleri yemekleri tabak tabak komşularına gönderirlerdi.
Buzdolabı, fırın, çamaşır ve bulaşık makinası yoktu. Kapalı çarşıda yarım kalıp buz alır kırıp testiye doldururduk. Buz gibi soğuk sular içerdik.
Evimizde öyle çelik kapılar yoktu. Çünkü lanet olası terör denilen baş belası da yoktu. Komşu komşunun hamisi gibiydi.
Tarlalarımızda bağ ve bahçelerimizde, toprak damlarımızda huzur ve güven içerisinde yatardık.
Bendeniz en küçük para birimimiz olan 1 kuruş ile ortası delik 2,5 kuruşu gördüm. Bu 2,5 kuruşla simit alır, nohut ekmeği alır, dağdağan alırdık.
Gaz ocağını gördüm.
Kömür ütüsünü gördüm.
Yün eriyen çıkrıkları gördüm,
Pentatlon ve gömleklerimizin yamanmasını gördüm.
Odun ve kömür sobalarıyla ısınırdık. Bazen rüzgâr ters estiğinde odamızı acı bir koku ve duman kaplardı. Ama o sobanın üzerinde kızarttığımız ekmeğin üzerine sana yağı sürdüğümüzde onun tadı bir başka olurdu.
Şehrimizde Saray, Gölcük ve aile sineması vardı. Paramız olunca bu sinemalara gider Ayhan Işık’ın “Meçhul Kahramanlar” gibi kanımızı coşturan filmleri izlerdik.
Ayaklarımızda bir Ankara lastiği, sırtımızda Suriye ceketleri vardı.
Şimdiki Öğretmenevi karşısında bir elektrik fabrikası vardı. Akşamları gümbür gümbür çalışır bir odada elektrik yandığında öteki odada akım düşerdi.
İletişim aracı olarak sadece bazı evlerde radyo ve üç gün sonra şehrimize gelen gazeteler vardı. Komşular akşamları radyosu olan evlere gider haberleri o zamanın ismi ile ajans dinlerdi.
Siyaset sahnesinde Adnan Menderes’i, Cemal Gürsel’i, İsmet ve Erdal İnönü’yü, Bülent Ecevit’i, Alpaslan Türkeş’i, Espri kaynağı Osman Bölükbaşı’yı, Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı gördük. Hepsi arkalarında güzel işler, güzel hatıralar, tatlı sözler bırakarak rahmeti rahmana göç edip gittiler.
Rahmetli Süleyman Demirel “Vadı da vermedik mi, dün dündür bu gün bu gündür?” Turgut Özal “Koydum mu oturturum” Rahmetli Osman Bölükbaşı “Millet beni alkışlıyor Demirel’e oy veriyor” derken Rahmetli Necmettin Erbakan bir şeye kızdığında “Kadayıfın altı kızardı” diyerek tatlı espriler yapardı. Bunlar bu tatlı sözleriyle hafızalarda yer aldılar..
Rahmetli İsmet İnönü’nün tarihe mal olan bir sözü vardır.
Derdi ki;
“Namuslularda namussuzlar kadar cesur olmayınca bu ülke düzelmez”
Ne kadar güzel bir söz. Bu sözün gerçekleşmesine ne kadar ihtiyacımız var.
Karaoğlan yani Bülent Ecevit şair ruhlu kibar bir insandı. Âdeta bir nezaket ve dürüstlük timsali idi Kıbrıs Fatihi Karaoğlan.
Alpaslan Türkeş milliyetçilik meşalesini yakan bir liderdi.
Yine rahmetli Erbakan zamanında biz memurlar refaha kavuştuk. Alım gücü yükseldi.
Rahmetli Demirel’in fötr şapkası vatandaşlar tarafından kaçırılır Demirel şapkasını kaçıranın arkasından kovalardı.
Turgut Özal’ın hicive yönelik karikatürleri yayınlanınca karikatüristini arar o karikatürün imzalısını isterdi.
Sanıyorum hiç birisi bir vatandaşını mahkemeye vermedi, hakaret davası açmadı.
Hapsine Yüce Rabbim rahmeti ile muamele eylesin
Geldik milenyum dediğimiz yıllara siyasilerden edep dışı sözler duymaya başladık.
Literatürümüze, “Cibilliyetsiz, zürriyetsiz, sürtük, çürük” gibi sözler duymaya başladık.
Sürekli “U” dönüşü yapan dün söylediğini bu gün inkâr eden fırıldık siyasetçiler yetiştirdik.
10 liralık banknotumuzun yerine 200 liralık banknot geldi. Ama 10 liralık banknotla aldığımızı 200 liralık banknotla alamaz hale geldik.
Paramız pula döndü.
Cumhuriyet döneminde yapılan bil umum fabrikalar yok pahasına birilerine peşkeş çekildi. Yine bu dönemde cumhuriyet döneminin en yüksek iç ve dış borcuyla karşılaştık.
Bu gün nüfusun yarısından çoğu icralıktır.
Dün yaptığımızı bu gün yalanladık, dün söylediğimizi bu gün inkâr ettik.
Helali haramı biri birlerine karıştırdık,
3 “Y” yani yalan, yani yoksulluk yani yasaklarla mücadele etmek için iktidar olanlar bu 3 “Y” yi zirveye taşıdılar.
Anayasamızı bile rafa kaldırdılar.
Çürümeyen hiçbir kurum kalmadı.
Eğitim, sağlık dibe vurdu artık insanlar hukuka güvenemez hale geldi. 40 sene hapsi istenenler birkaç ay sonra serbest bırakıldı.
Burada izin verirseniz “Ey Adalet” Başlıklı bir dörtlüğümü sizlere arz edeyim.
Ey adalet sen bana, ekmek gibi, su gibi,
Hava gibi lazımsın.
Diz çökmek yakışmaz sana,
Ayağa kalkmalısın.
İşte bu dönemde siyasetçiler vatandaşına güven telkin edemedi. Onların hiçbir sözüne inanamaz ve güvenemez olduk.
Şimdi adaletin ayağa kalkmasını bekliyoruz.
Şair Eşref bu günü geçmişte yaşadığı bir olayla ne güzel anlatıyor.
Hikâye şöyledir.
Şair Eşref Kırkağaç kaymakamıdır.
Kaymakamlık binası her yağmur yağdığında şarıl şarıl akmaktadır.
Vilayete bir yazı ile keyfiyeti bildirir ve çatının onarılması için ödenek ister,
Bir kaç gün sonra vilayetten “Binanın nereleri akıyor?” şeklinde bir yazı gelince Şair Eşref “Binanın musluklarından başka her tarafı akıyor” şeklinde tarihi bir cevap verir.
Bilmem anlatabildim mi sevgili okurlarım?
Kalın sağlıcakla…