Bundan çok da uzak olmayan bir zamanda, padişahın biri ülkesini tam otuz yıl huzur, mutluluk ve refah içinde yönetmiş. Ancak gelin görün ki son yıllarda düzen bozulmaya, haklıyla haksız karışmaya, asayiş yerini kargaşaya bırakmaya başlamış. Padişahın aklında bu işi düzeltecek, memleketi sahil-i selamete erdirecek tek kişi olan Köse Vezir, Saltanat Mührü’nü bir türlü kabul etmiyor; Padişah’ın her türlü işkence ve ölüm tehdidini "Boynum kıldan incedir, urun kellemi!" diyerek hafife alıyor, ölümden bile korkmadan geri çeviriyordu.
Padişah, işkence ve ölüm tehdidinin bir işe yaramadığını anlayınca, bin bir türlü işkenceden ve ölümden daha beter bir ceza düşünür ve kapı kullarına Köse Vezir'in ülkenin en nadan(anlayışı kıt, cahil, görgüsüz, aptal) kişisi Eşek Hasan ile aynı hücreye kapatılmasını emreder. Türlü işkence ve ölüm tehditlerine göğüs germiş Köse Vezir, nadan Eşek Hasan ile aynı hücreye kapatılır. Köse Vezir, birkaç gün sonra bir vesileyle bu Nadan Eşek Hasan ile konuşmaya başlar ancak kara kıllı celladın kan damlayan, ölüm kokan kılıcından korkmayan, işkencenin her türlüsüne katlanmaya göze almış bu tecrübeli ve güngörmüş Vezir, bu nadan herifin sohbetine ancak birkaç saat dayanabilir. Saçma sapan, tutarsız ve anlamsız konuşmalar uzayınca tahammül mülkü bir süre sonra tükenir. Köse Vezir, zindanın kapılarını yumruklamaya başlar. Koşarak gelen zindancılara kendisini derhal Padişah’ın huzuruna götürmelerini söyler. Padişah’ın huzuruna varınca da el etek öpüp yüzünü yerlere sürer,Mühr-ü Saltanatı kabul ettiğini, padişahın vereceği her türlü vazifeye hazır olduğunu, bunun için tek şartının Nadan Eşek Hasan’ın hücresine tekrar gönderilmemek olduğunu adeta yalvararak padişahtan rica eder.
Köse Vezir'in göreve gelmesiyle ülke, birkaç ay içerisinde tekrar eski huzurlu ve müreffeh günlerine geri döner.
Modern Türk hikâye geleneğinin kurucusu Ömer Seyfettin'in ”Nadan” adlı hikâyesini özetleyerek aktarmaya çalıştım. Meraklıları hikâyenin tamamını okurlarsa müellifin maksadının daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim.
İnsanlık âlemi binlerce yıldır tekamülünü sürdürüyor. Görünen o ki daha on binlerce yıl bu tekâmülü sürdürmeye devam edecek,
Bu tekamül ve medeniyet serencamının bizi getirdiği son noktaya şöyle bir bakarsak her coğrafyanın, milletin, ülkenin veya toplumun bu gelişmişlikten eşit pay almadığını müşahede edebiliriz. Bu bağlamda, toplumu oluşturan bireylerin de bu aydınlanmadan eşit oranda faydalanmadığı yadsınamaz bir gerçektir. Böylelikle, kemale erme veya bir başka deyişle aydınlanma, bireysel veya toplumsal olmak üzere iki grupta incelenebilir.
Toplumsal tekamül(olgunlaşma, aydınlanma, bilgi ve görgü sahibi olma) gerçekleştiğinde beraberinde gerçekleşen muasırlaşma ve oluşan medeniyet hâkim unsur haline gelir. Diğer görece geride kalmış medeniyetleri etkisi altına alır; böylelikle büyük balık küçük balığı yutar. Bu eşyanın tabiatıdır, bundan kaçış yoktur. Millî Şair Mehmet Akif, Safahat’ında zannımca başyapıt olacak “Durmayalım” adlı şiirinde tam da bu konuya parmak basıyor:
“Ey bütün dünya ve mafiha ayaktayken; yatan
Leş misin,davranmıyorsun? Allahtan utan. “
Ancak benim asıl anlatmak istediğim husus, bunlardan daha bağımsız, toplumu etkileyip değiştirebilecek, topluma yön verebilecek kişilerin bireysel aydınlanmaları sonucu toplumla yaşadığı çatışmalardır.
Zaman, mekân, imkân, eşya, müşahhas, mücerret, varoluş; kısaca maddi ve manevi tüm varlık ve kavramlar sürekli evrilip değişirken, değişime ayak direyen toplumlar ve bireyler zamanın ruhunu kesinlikle yakalayamazlar. Statükocu toplumlar, milletler gerilemeye, cehaletin kör karanlığında yok olup gitmeye mahkûmdurlar. Buradaki en dramatik yön ise statükocu toplumlarda kendi aydınlanmalarını kısmen de olsa gerçekleştirmeye çalışan münevverlerin çektiği varoluşsal çabaların dayanılmaz sancılarıdır. Ötekileştirilme, dışlanma, şeytanlaştırma veya aforoz, bu aydınlanma çabasındaki bilgelerin kaçınılmaz sonudur.
Kadim medeniyetler kurmuş, tarihe yön vermiş ancak günümüzde adeta bir ölü toprağı serpilmiş bir milletin torunları olarak maalesef bu münevverlerin kıymetini bilemiyoruz. Onları farklılıklarından dolayı statükocu toplum kesimi derhal aforoz ediyor; bunun sıkıntısını sadece aforoz edilen aydın çekmiyor; emin olun ki onu aforoz edenler daha büyük sıkıntılar çekiyorlar. Bu gerçeği görmek için kafamızı kumdan çıkarıp dünyada neler olduğuna şöyle bir bakmamız yeter de artar bile.
Aslında bu aydın-cehalet veya statüko-yenilik çatışması sadece günümüzün veya bizim coğrafyamızın problemi değil. Tarihte hemen hemen her coğrafyada ve her yeni medeniyetin doğuş şafağında bu çatışma ve sancılar yaşanmıştır. Çünkü yerleşik bilgi ve gelenek yeniden, yenilenmeden, değişimden her zaman ürkmüştür. Bu doğaldır çünkü yeninin amacı yerleşik olanı değiştirmektir. Bu ise yerleşik toplum paradigması için korkunç bir travmadır. Onlar için değişim her zaman ürkütücü olmuştur; bunun için yeniye derhal savaş açılarak hücum edilmiştir: Sokrates, Martin Luther, GiordanoBruno, Galileo, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Ebu Hanife, Gazali…gibi isimler bu dışlanmışlığın ve savaşımın aklıma gelen ilk örnekleridir.
Kanaatimce, entelektüalite ile yerleşik toplum paradigması ve statükonun ciddi bir sorunu var. Dün de vardı, bugün de var; yarın da var olmaya devam edecektir, ne yazık ki!
Böyle olunca da münevverin cehalet ve cahillerle çatışması kaçınılmaz olacaktır. Aslında cehalet en kötüsü değildir. Cahili eğitirsiniz, cehalet ortadan kalkar. Korkunç ve travmatik olan nadanlıktır çünkü nadanlığın çaresi yoktur. Nadan öğrenmeye direnen, bilmediğini bilmeyendir. Tez, antitez, sentez yorumuna kilometrelerce uzaktır; oysa cahil sadece bilmeyendir.
Buradaki ana unsur, aydınların düne ve bugüne bakarak oluşturdukları öngörülerin topluma stratejik yol haritası olması ve toplumun bu münevverlere gözü gibi bakarak, onları koruması gerektiğidir. Maalesef durum tam tersi istikamette seyretmektedir. Statükocu cehalet, kendisinden farklı bir söylemle ortaya çıkanlara derhal savaş açıp ötekileştirip toplumun dışına itmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki geçmişte ateşe atılan, baldıran zehri içirilen veya aforoz edilen münevverler sonradan hep haklı çıkmışlardır.
Son tahlilde, onlarca medeniyet kurmuş ataların miras yedi torunları olarak bize düşen vazife cahillerle, daha doğrusu cehaletle mücadele etmek; yeniden ve farklı olandan korkmamaktır. Bizden farklı düşünen münevverlere var gücümüzle sahip çıkmaktır. Unutmayalım, toplumun kurtuluşu ancak âlimlerle ve onların ürettiği ilimle mümkün olacaktır.
Namık Kemal ”Barka-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.” (Gerçeğin ışığı ancak fikirlerin çatışmasından ortaya çıkar.) derken ne kadar da haklıdır!
Gelin hep beraber âlimleri,nadanların zulmünden kurtaralım;âlimleri uykularından uyandıralım ki cahillerin ibadetleri daha anlamlı olsun.
“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”
”Hz. Muhammed”